Batı'daki 'eski düzen' ve yükselen yeni orta sınıf

Batı'daki 'eski düzen' ve yükselen yeni orta sınıf

Batı toplumlarında ortaya çıkan sorunların çözümüne dair yeni bir paradigmanın geliştirilip uygulaması gecikir ise bunun Weimar Cumhuriyeti dönemindeki Almanya'da olduğu gibi aşırılığa kaçan radikal bir partinin iktidara gelerek felaketlere yol açabileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok.

1989’da Berlin Duvarı yıkılıp Sovyet bloğu çökünce Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama “tarihin sonu”na vurgu yapıp liberal kapitalizmin ebedi ve nihai zaferini ilan ettiğini öne sürmüştü. Fakat son on yılda Batı toplumlarında yaşanan gelişmeler savunucuları tarafından ebedi zaferi çoktan ilan edilmiş liberal kapitalizmin de kriz belirtileri göstermeye başladığına işaret ediyor.

Batı’daki bu “kriz” belirtilerinin belki de en büyük göstergesi 9 Kasım 2016’da neo-liberal kapitalizmin ve küreselleşmenin merkezi olan ABD’de, Donald Trump gibi anti-liberal ve anti-küreselci birinin, kadın karşıtı ve göçmen düşmanı söylemleri kullanarak, ekonomide de bir ulus devletten beklenecek şekilde korumacı yöntemleri savunarak 45. Başkan seçilmesiydi. Benzer durumlar Batı’daki farklı ülkelerde de gözlemlendi. Örneğin, 2016 haziranında İngiltere’nin Brexit oylaması ile AB’den ayrılması, 2017’de Fransa’da aşırı sağ parti Front Nationale’nin adayı Le Pen’in merkez sağ ve sol partilerin adaylarını geride bırakıp başkanlık seçiminde son ikiye kalması ve son olarak 2018 yılında İtalya’da da aşırı sağ parti Lega Nord’un genel seçimlerde birinci parti olup iktidar ortağı olması bize Batı’da bir şeylerin ters gittiğini gösteren diğer kriz belirtileriydi.

O halde, kendimize sormamız gereken soru şudur: Batı toplumlarında yaşanan bu kriz belirtileri bize neyi göstermektedir?

Keynes formülü

Açıktır ki sanayileşme ve Kapitalizm Batı toplumlarında ortaya çıkmış ve dünyada ciddi sorunlara ve elbette dönüşümlere neden olmuşlardır. Nihayetinde modern döneme geldiğimizde, özellikle 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nden sonra Batı toplumlarındaki ekonomik dengesizlikler, adaletsizlikler ve sosyal bunalımlar zirve yapınca, dönemin karar alıcılarında mevcut kapitalizmin işleyişine müdahale olmadan “toplumsal huzurun” sağlanamayacağı inancı artmıştı. Bunun neticesi olarak, piyasa ekonomisinin oluşturduğu dengesizleri gidermek ve toplumsal adaleti sağlamak için ilk olarak ABD dönem başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından 1933-38 arasında Yeni Düzen (New Deal) adı altında kapsamlı ekonomik ve sosyal reformlar uygulanmıştı. Uygulanan ekonomik reformların teorisyenliğini de İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes, İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Interestand Money) isimli kitabı ile yapmıştı. Süreç içerisinde Keynes’in formüle ettiği bu reformların benzerleri daha kapsamlı bir şekilde Avrupa ülkelerinde de denenmişti.

Ortaya çıkan bu “Yeni Düzen”e göre devlet gerektiğinde ekonomiye müdahale edebilirdi. Hatta toplumun tüm kesimlerinin refahtan pay alması için dağıtımda denge de sağlayabilirdi. Belirtmek gerekir ki bu paradigmayı veya modeli 1970’lere kadar Batı toplumlarında iktidara gelen tüm merkez sağ ve merkez sol partiler, temsil ettikleri değerler ve toplumsal kesimlerinin talepleri ekseninde yeniden yorumlayarak bazı farklılıklar ile uyguladı.

Orta sınıfın oluşumu

Bu modelin belki de en önemli sonucu “dönüşen” Batı toplumlarında refahtan pay alan geniş bir orta sınıfın oluşması oldu. Yeni oluşan bu orta sınıfın sabit bir geliri ve standart bir hayatı vardı. Orta dereceli bir eğitim alan bu orta sınıf mensupları, ilk başladıkları iş yerinde emekli olana kadar çalışıyor, kasaba tarzı yerlerde yaşıyor ve yılda da bir defa tatile gidiyordu. Ayrıca “Yeni Düzen” öncesi sanayi toplumlarının aksine, kadınlar ekonomiye artık az da olsa dahil oluyordu. Toplumlar oluşan bu refahtan toplumundan duyduğu memnuniyetlerini merkez sağ ve merkez sol partilere verdikleri oylar ile sandığa yansıtıyordu. Hatta, Batı toplumlarında 1970’li yılların sonuna kadar merkez sağ ve merkez sol partilerin aldıkları toplam oy yüzde 90’ların üstündeydi.

Fakat Batı toplumlarındaki bu paradigma 1970’lerin sonunda tökezlemeye başladı. Bu paradigma refahı geniş kesimlere yaymasına rağmen, bazı “problemli” sonuçlara da neden oldu. Devletin ekonomiyi “gereğinden fazla” denetlemesi ve düzenlemesi ekonomiye esnekliğini kaybettirerek ondaki dinamizmi azalttı. Ek olarak “refah devleti olma iddiaları” onun borç yükünü de artırmaya başladı.

Bu yeni durum karar alıcıları bazı alternatif arayışlarına itti. Onların bulduğu temel çözüm, neo-liberal iktisatçıların konseptlerini kendileri için yeni bir paradigma olarak benimsemekti. Yine bir iktisatçı olan Milton Friedman Kapitalizm ve Özgürlük (Capitalism and Freedom) isimli kitabında yeni paradigmanın temelini oluşturdu. Bu yeni paradigmaya göre devlet Keynes’in düşüncelerinin aksine ekonomiye müdahale etmemeliydi. Friedman’a göre serbest piyasa ekonomisi müdahalesiz işlemeli, devlet vergi yükünü artırmamak için sosyal devlet vasfından vazgeçmeli ve en önemlisi özel sektöre “sorun teşkil eden” tüm engeller devlet tarafından ortadan kaldırılmalıydı.

Bu model özellikle 1980’lerden itibaren İngiltere’de dönemin Başbakanı Muhafazakâr Partili Margaret Thatcher ve ABD’deki Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan tarafından radikal bir şekilde uygulanmaya başlandı. Sonraki yıllarda bu paradigmayı Almanya’da Sosyal Demokrat Partili (SPD) Gerhard Schröder, yine İngiltere’de İşçi Partili Tony Blair gibi başbakanlar da uyguladı. Nihayetinde belirtmek gerekir ki 1990’lara geldiğimizde bu yeni paradigmayı Batı toplumlarında uygulamayan devlet hemen hemen kalmamıştı.

Kriz belirtileri

Peki tüm bu gelişmeler ışığında baktığımızda yukarıda bahsedilen sağ veya sol popülist hareketlerin yükselişi gibi “kriz belirtileri” bize tam olarak neyi anlatmaktadır? Batı toplumları son yıllarda hep iddia edildiği gibi çökmekte midir? Yoksa Batı toplumlarında yeni arayışlar mı vardır?

Vurgulanmalıdır ki uygulanan her sistemin yarattığı dönüşümlerden sonra toplumlarda bazı sonuçları olmaktadır. Örneğin, refah toplumunu hedefleyen müdahaleci yani Keynesci paradigma klasik sanayi üretim tarzının hâkim olduğu bir ortamda olan Batı toplumlarında uygulanmıştı. Bu paradigmanın sonucunda Batı toplumlarında yerel bağlar güçlenmiş, okuryazarlık geçmişe göre artmış, bireyselleşme henüz ortalama bir düzeyde yaşanmış ve kadınların ekonomiye az da olsa katılımı sağlanmıştı. Fakat en önemlisi Batı toplumlarında içerisinde çok fazla farklılık barındırmasa da halinden memnun, itibarı olan ciddi bir orta sınıf oluşmuştu.

Saygınlık yitimi

Fakat neo-liberal paradigma uygulandıktan sonra Batı toplumları Keynesci döneme göre çok farklı bir yapıya büründü. Bireyselleşme geçmişe göre ciddi oranda arttı, kadınlar ekonomi yoğun bir şekilde dahil oldu, dünya tarihte hiç olmadığı bir şekilde globalleşti ve bununla paralel olarak dünya kültürleri iç içe geçti. Başka bir ifadeyle, Keynesci görüşün temellendirdiği Batı toplumlarındaki “eski” yaşam anlayışı, neo-liberal dünyada alt üstü oldu. Artık küçük kasabalarda yaşayan Batı toplumu bireylerinin dünyasında çok farklı milletlerden gelen insanlar mevcuttu. Fakat daha önemlisi, Batı toplumlarında neo-liberal paradigmanın ortaya çıkardığı bu toplumsal düzen sonucunda yüksek eğitimli, yüksek gelirli, sürekli hareket halinde olan, global düşünen ve farklı kültürlere açık, özgün yaşan tarzı arayışında olan yeni bir orta sınıf daha ortaya çıktı. Batı’daki eski ve yeni orta sınıflar arasındaki asıl fark ise mesleklerdeydi. Yeni orta sınıfa mensup insanlar, eski sistemdekilerin aksine daha çok global ticaret, danışmanlık ve yazılım gibi alanlarda ekonomik aktivitelerde bulunuyorlardı. Bu yüzden de yeni orta sınıf çok rahat bir şekilde dünyada son yıllarda hâkim olmaya başlayan “dijitalleşme sürecine” eski orta sınıfa göre rahat bir şekilde adapte oldu. Zira kabul edilecektir ki eski orta sınıfın eğitim düzeyi ve edinmiş olduğu beceriler bu dijital dönüşüme uyak uydurmalarına normal şartlar altında pek de elverişli değildi. Dünyada yaşanan tüm bu gelişmeler sonucunda, eski orta sınıfa mensup olan insanlar hem maddi kayba uğradılar, hem de ve asıl önemlisi “eski düzende” sahip oldukları saygınlıklarını yavaş yavaş kaybetmeye başladılar.

Öte yandan, yeni orta sınıfın “ilginç” bazı özellikleri de mevcuttur. Yeni orta sınıf bireyleri yakaladıkları yüksek hayat standardını ve edindikleri başarılarını mensubu oldukları devletlerin onlara sağladıkları imkanların sonucu olarak görmemektedir. Onlar bu kazanımlarını daha ziyade kendi yeteneklerine bağlamaktadırlar. Ayrıca bu yeni orta sınıf, eski orta sınıfa da yer yer tepeden bakmakta ve onları aşağılayan bir tutum ve davranış sergilemektedir. Daha açıkça ifade etmek gerekirse, yeni orta sınıf kendisini global bir düzenin parçası olarak görmekte ve içinde yaşadığı toplumla dayanışma duygusu yer yer azalmaktadır.

Dikkatli bir göz ile bakıldığı zaman, Batılı ülkelerdeki Trump’ın başını çektiği popülist hareketlerin hedeflediği kesim işte bu eski orta sınıftır. Zira Trump yeni orta sınıfı “elitler” diyerek suçladı ve böylece hem eski orta sınıfın hem de orta sınıf bile olamayan “yerli” ya da “göçmen olmayan” düşük gelirlilerin duygularına hitap ederek, onlara klasik sanayi dönemindeki istikrarlı eski dünyayı vaat etti, bu kesimlerden oy almak istedi. Öte yandan, yeni “global” orta sınıfa dahil olanlar ise genelde kozmopolit/global politikalar savunan Yeşiller gibi partilere oy verdikleri için, eski klasik sağ ve sol kitle partileri ciddi anlamda oy kaybına uğrattı. Almanya’da 1980 seçimlerinde toplam oyların yüzde 90’ından fazlasını alan merkez sağ (CDU) ve merkez sol partilerin (SPD) son seçimlerde toplamda yüzde 53 oy almaları işte tam da bu gelişmelerin sonucuydu.

Popülist hareketlerin başarısı ikinci paradigmanın da tıkanması ile yakında ilgilidir. Neo-liberal paradigma toplumun üçte birlik bir kesiminin statü ve gelirinin yükselmesine neden olurken, geniş kesimlerin statü ve gelir kayıplarının önünü açtı. Fakat kabul edilmelidir ki popülist hareketlerin her ne kadar kendilerine göre belli bir anlayışları olsa da yaşadıkları toplumların “tümüne” sunacakları bir paradigmaları bulunmamaktadır.

Son olarak entelektüel kesimlere bakıldığında ise Batı toplumlarındaki bu dönüşümlere bir çözüm sunacak yeni bir paradigma arayışı yeni yeni başlamış gözüküyor. Örneğin, Alman Sosyolog Andreas Reckwitz, globalleşmeden ve liberalleşmeden geri dönüşün mümkün olmadığını, ortaya çıkacak yeni paradigmanın muhtemelen Düzenleyici Liberalizm (Regulatitive Liberalismus) olacağını öne sürüyor. Yani oluşmuş olan toplumsal ve ekonomik dengesizliklere karşı devletlerin yeni programlar geliştirerek müdahale etmesini savunuyor.

Nihayetinde görünen şu ki önümüzdeki dönemde çok daha farklı görüşler ortaya çıkacaktır ve bu tartışma yeni/tatmin edici bir paradigmanın oluşumuna kadar devam edecektir. Fakat Batı toplumlarında tasvir edilen sorunları çözüm amacı ile yeni bir paradigmanın geliştirilip uygulaması gecikir ise bunun Weimar Cumhuriyeti dönemindeki Almanya’da olduğu gibi aşırılığa kaçan radikal bir partinin iktidara gelerek felaketlere yol açabileceğini söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.

Avrupa'da yaşayan Türkler için 'sıla yolu' açıldı
Önceki Avrupa'da yaşayan Türkler için 'sıla yolu' açıldı
Gülseven Halı: Avrupa'nın Çeşitli Ülkelerinde Camilere Renk Katıyor
Sonraki Gülseven Halı: Avrupa'nın Çeşitli Ülkelerinde Camilere Renk Katıyor